tatarhattat - BASINDA BEN
  ANA SAYFA
  HAT SANATI
  HAT MALZEMELERİ
  ÇALIŞMALARIM 1
  ÇALIŞMALARIM 2
  CAMİİ TASARIMI
  DAVETİYE YAZIMI
  USTAM
  BASINDA BEN
  MEDYA 1
  MEDYA 2
  ZİYARETÇİ
  İLETİŞİM

BASINDA TATAR HATTAT


BURSA KENT GAZETESİ

 Devrimde Gürler

 

Tuzhan’ın bir çatısı bile yok


Buraya halk gelmiyor örneğin. Lokantalar yüzünden çarşı esnafı, bir de buradaki bir iki dükkânın müdavimi olmuş insanlar varsa şayet onlar sadece Tuzhan'ın konukları...
Bu kadar küçük bir handa hareketlilik yaratılmasının da çok imkânı yok.
Hanın kapısı Tuzpazarı'na açılıyor. Orası günün her saati yüzlerce, binlerce insanın geçtiği bir yer. Ama kapı zaten son derece küçük ve caddeden daha içeride olduğu için geçenlerin hemen hemen hiçbirisi fark edemiyor burayı.
Kaldı ki bu handa önünden gelip geçenlerin dikkatini çekecek pek bir şey de yok, tabii eğer tarihe meraklı değilseniz.
Bir de yüzlerce yıl öncesinden kalmış o tek demir kapıyı görmek geçmezse aklınızdan.
Doğrudan satış yapılan bir mağaza yok örneğin ya da bir ofis. Burada sadece üç lokanta, iki terzi, bir de hat sanatçısı var.
Diğer hanlar gibi bir katı kullanılabilen bir han da değil.
Yine de yolunuz düşsün ya da düşmesin bir gün öylesine uğrayıvermelisiniz. Küçücük avluya daha ilk girişte burnunuza gelen o keskin kolonya kokuları üst kattaki iki kullanılabilir odadan birinden geliyor.
Recep Bey yıllar yılı burada kolonyacılık yapıyor çünkü.
Lavantasından limonuna kadar envai tür koku önce ahenkle karışıyor birbirine, sonra da küçücük avlunun her köşesine dağılıyor.
Bir de küçücük bir şadırvan var bakımsız avlunun ortasında.
Bir parça da olsa canlandırıyor çevresini.
Ama çevresine iki tabure koyacak kadar bile yer yok. O yüzden sadece çarşı esnafı için abdest alınacak bir çeşme olma özelliğinden öteye gidemiyor.
Yıkıldı, yıkılacak
Esnaf hem kapının küçüklüğünden hem de hanın avlusunun hiçbir şeye yetmeyecek kadar dar olmasından, burayı hareketlendirme düşüncesinden vazgeçeli çok olmuş.
Ama yine de en azından eksiklerinin tamamlanması için kendilerine uzanacak bir eli de dört gözle beklediklerini söylemek mümkün.
Mesela hanın çatısı. Onlar için öncelikli ve en büyük sorun da bu zaten; "Yıkılmak üzere olan bir çatımız var bizim. Onarılması için bir sürü girişimlerde bulunduk ama yapılmadı. Üst katın çok fazla tarihi değeri olmadığı için ilgilenilmiyor, çünkü o üst kattaki odaların hepsi sonradan yapılma yerler.
İkisi dışında hepsi de Tuzpazarı esnafının deposu.
Burada çatının yıkılması demek, hanın yıkılması demek zaten.
Üstelik öyle bir facia olursa, çatının yıkılacağı yerler, hanın küçük olması nedeniyle zaten bizim dükkanlarımızın üstü olur. Yine de bunu kimseye anlatamadık biz. "
Sözlerinden belediye yönetimlerine ya da Anıtlar Kurulu'na kırgın oldukları sonucu çıkardığımızı anlayınca önemli bir düzeltme yapıyorlar;
"Bu tür konularda sadece belediyelerden ya da devletten bir şeyler beklemek doğru değil aslında. Biz onlardan önce buraların mülkiyetini elinde bulunduranlara sesleniyoruz. Çünkü buraları büyük oranda mülkiyeti şahıslar üzerine geçmiş yerler. Bir tek yer var vakıf mülkiyetinde bulunan onun dışındakilerin hepsi şahısların. Onlar bile gelip kendi dükkânlarıyla ilgilenmiyorlar."
Yarınları belirsiz
Hemen bütün tarihi hanlarda ortak özellik mülk sahiplerinin elindeki tapuda yer alan 'tarihi eserdir' mührü. Tuzhan esnafı için böyle bir güvence yok. Gerçi büyük bölümü kiracı da olsa, yıkılmak üzere olan dükkanlarının mülk sahiplerince satılmasından ya da yıktırılmasından çekiniyorlar. Çünkü onların bulunduğu dükkanların hiçbirisinin tapusunda 'tarihi eserdir' mührü basılı değil. Sadece bir ikisi dışında yine hiçbirisinin tapusuna en az tarihi eser mührü kadar değerli olan "dubancı gediği" mührü de vurulmamış. Hal böyle olunca oraları sonradan yapılmış ve hiçbir tarihi eseri yok görünen harap mekanlar olarak adlandırılıyor.
En şanslı olan bir ikisi ise sadece çok sonraları Anıtlar Kurulu tarafından hazırlanmış "tarihi eser değeri vardır" raporuna sahipler. Bu bile onların korkularını engellemiyor; "Tapulara düşülmüş bu küçük notların da bizi olası bir yıkım kararı sırasında ne kadar koruyacağını bilmiyoruz. " Bu karmaşanın sebebini anlamaya çalışırken görüyoruz ki, o zaman burada ne olmuşsa tek partili dönemde olmuş aslında. Üç tane belediye meclis üyesi hanı vakıf mülkiyetindeyken çıkarıp belediyeye geçirmiş. Bir ya da iki sene sonra da ihaleyle satışa çıkarmış. Derken yine aynı üç belediye meclis üyesinin gayretleriyle tapular çıkarılmış ve tabii şahıslara satışlar böylece gerçekleştirilmiş. Hanın neredeyse tümü vakıf mülkiyetinden şahısların mülkiyetine geçince de koca bir tarih kaderine terk edilmiş.
Handaki baba mirası
Önceleri atların develerin bağlanıp tüccarların konakladığı yerler olarak yapılan zaman içinde ticarete açılan bu hanlarda bir dönem sanatkarlar da yer bulmuşlar kendilerine. Tarih kitapları el işçiliğinin türlü çeşit sanatlarının buralarda sergilendiğini anlatır. Oysa bunca han arasında biz bula bula bir tane sanatkar bulabildik. O da Tuzhan'da baba mirası sanatını sürdüren Saime Öncel.
Babası 1958 yılından ölümüne kadar aralıksız olarak hattatlık yapmış Tuzhan'da. Saime Hanım babasından almış bu yeteneğini, ve yine onun yanında geliştirmiş. Babanın vefatından sonra da mirasına sahip çıkmış ve aslında hiçbir gelir getirmeyen bu dükkanı bir atölye olarak kullanmaya devam etmiş. "Bu dükkân aslında gelir getiren, ev geçindirecek kadar para kazanan bir dükkân değil. Ama benim için babamın bir emaneti, bir mirası burası. Ve ben hem hat sanatıyla uğraşmaktan, hem de babamın hayatını geçirdiği bu dükkânda bulunmaktan manevi bir huzur duyuyorum. O nedenle de burasını boşaltmayı hiçbir zaman düşünmedik. " diyor gözleri dolu dolu.
Sonra da ekliyor;
"Osmanlı'dan gelen bir sanat bu. Ata sanatımız bir anlamda. Ve kendi adıma çok mutluyum ki, o sanatı yüzlerce yıllık bir mekânda icra ediyorum. Hanın tarihi niteliğiyle benim yaptığım için tarihi niteliği o kadar güzel örtüşüyor ki, buradan bir tek kuruş bile kazanmayacağımı bilsem, ki benim yaptığım ticaret değil, ben de esnaf değilim zaten, yine de bu dükkanda kalmayı ve yine aynı uğraşı yapmayı tercih ederim. "
Saime Hanım’ın sanatını sürdürdüğü dükkanın kapısı orijinal. Büyük bir özenle koruyor o tarihi demir kapıyı. Ama korkuları da yok değil; " Yarın öbür gün bir düzenleme yapılmaya başlanır, bütün kapılar tek tip olacak denip benim kapımı oradan sökerlerse ben bunu istemem. " diyor ısrarla.
Köylü Pazarı'na bağlanmalı
Zamanında üst katın köşesinden Köylü Pazarı'na açılan bir kapı varmış. Esnaf aynı kapının yeniden açılıp hanın tekrar Köylü Pazarı'na bağlanmasını istiyor. Tuzpazarı ile Köylü Pazarı arasında bir geçit gibi yer almak hem işlerinin seyrini etkileyecek hem de hanın kaderini...
"Burası o zaman fazla bir şey yapmaya gerek kalmadan hareketlenir. Ama bu kapıyı üst katta bir yerde açmak hem şimdi artık çok zor, hem de tarihi hiçbir niteliği olmamasına rağmen oraları artık dükkan oldu."
Aslında bir dönem bu kapının yeniden açılması gelmiş gündeme. Fizibilite çalışmaları yapılmış, kredi yolları bulunmuş ama proje aşaması tam da yerel seçim zamanına denk gelmiş. Bir üstüne belediye yönetimi el değiştirince bir kez daha her şey unutulmuş. Çalışmalar rafa kaldırılmış. Han esnafının gücü de meselenin yeniden gündeme getirilmesine yetmemiş.
Şimdilerde açıkçası herkes sadece kendi ekmeğinin peşinde. O küçük avlunun temizliğinde bile büyük sorunlar yaşadıklarını utanarak itiraf ediyorlar. Üstelik kuşaklar arası çatışmadan tutun da birlik olmadaki eksiklere kadar pek çok sıkıntıyı aşamadıkları için ne bir araya gelip bir çatı yaptırtabiliyorlar ne de en azından o küçük şadırvanın etrafını şenlendirebiliyorlar...


////////////////////////////////////////////


Kadının Adı Saim...

Ruşen HAKKI - Özgür Kocaeli Gazetesi

Duygu Asena'nın kitaplarından birinin adı, "Kadının Adı Yok"idi..
Kadının adı olmaz mı?
Her kadının bir adı vardır, ama kullanabilirse!..
Örneğin, Bursalı hattat Saime Öncel, eserlerine "Saim" diye imza atıyormuş...
Haber, Milliyet gazetesinde çıktı. (21.05.2005).
Haberde, Saime Öncel'in fotoğrafına da yer verilmiş.
Türbanlı hat sanatçısı Saime Öncel'i bir eserinin başında görüyoruz. Lise mezunu ve 25 yaşında olduğu belirtilen Saime Hanım, bir itirafta bulunmuş:
"Eserlerime erkek imzası atıyorum..."
Neden?
Altın tozundan, Osmanlıca ve Arapça yazılar yazan, camilerin iç mekânlarında hat sanatını icra eden Saime Hanım, bazı kişilerin, sırf kadın olduğu için kendisine iş vermediğini söylüyor...
Öncel'den yurt dışındaki camiler için de yazı isteniyormuş.
Ne güzel değil mi?
Elbete güzel!
Ne ki, bir de şart koşuluyormuş:
"Eserlerin altında erkek adı bulunacak..."
Eser kadın, imza erkek!..
Mantık kek!..
Yersen...
Bazı radikal kesimlerin, dini motiflerin sergilendiği eserde kadın adı bulunmasını "günah" saydığını belirten Öncel diyor ki:
"Bazı kişiler, kadın olduğum için bu yazıları yazamayacağımı söyledi. Bir süre direndim, ancak işsiz kaldım..."
Son günlerde özellikle yurt dışından gelen talepleri karşıladığını belirten Öncel, devam ediyor:
"Sonunda eserlerime erkek imzası atmaya başladım. Üç yıldır 'Saim' yazıyorum, türban takıyorum..."
Saime 'Saim' olunca "günah" silinir gider mi?
Her neyse. Mesele yok. Çetin Altan'ın dediği gibi:
"İnsanlık kötüye gitmez. Çalkalana malkalana bir hayli anlamsız fireler verse bile, Türkiye de gitmez. Enseyi karartmayın..."


//////////////////////////////////////////


 

 

Tesettüre desteğin tıptaki adı

RADİKAL GAZETESİ

Mine G.Kırıkkanat

Ne gariptir ki, diyesim geliyor ama garip değil aslında: 'Tesettürün Katolik mucidi', 'Ve erkek tesettürü yarattı' yazılarıma yoğun ilgi gösteren okur kitlesinde, övenler arasında hem kadınlar, hem erkekler vardı, oysa yerenlerin tamamı erkekti! Yalnız bu saptama bile gösteriyor ki, kadın tesettürü kadınlardan çok erkeklerin derdi, erkek aklının kadın kafasıyla zoru var. Ancak ne övenler ne de yerenler, birinci yazının başındaki 'Her tesettürün ardında, kadına duyulan 3 bin yıllık kin vardır,' sözünün sahibi Muhammed Kasimi'nin kim olduğunu merak etti. Oysa din ve tesettüre karşı çok ağır (ve doğru) bir itham taşıyan bu sözün bir Muhammed, yani Müslüman kökenli 'erkek' tarafından edilmiş olması başlı başına ilginçti. Türk insanının entelektüel anlamda asıl eksikliği, galiba bilgiden önce merak. Merak etmeyen araştırmıyor, araştırmayan gerçek bilgiye ulaşmıyor. Gerçek bilgiye ulaşmak çabasını göstermeyene her şey yutturulabilir oysa. İşte tam da böyle mümkün oluyor kadını, kendisine biçilen ikinci sınıf kalıba razı etmek: Önce tesettüre sokularak, 'Sen erkeği günaha kışkırtan, dolayısıyla görünmemesi gereken bir varlıksın', konumuna oturtuluyor. Derken bu konum, Kuran referans gösterilerek, 'Allah'ın emri'ne koşutlanıyor. Ardından 'Madem Allah'ın emri böyle, karşı çıkmak ve tartışmak yasak,'a koşullanıyor. Bu noktadan öteye, yani tesettüre soktuktan sonra artık her türlü aşağılamayı kabul ettirebiliyorlar kadına. İster matematikçi olsun, ister doktor, kafasına ve gövdesine konulan yasağın kaynağını sorgulayamıyor, çünkü günah! Ve 'günah' korkusunun ezikliğiyle, her türlü suiistimale açılıyor, hiçbir alanda erkeklerin önüne geçmek için yarışamıyor. Bırakın kırsal kesimlerde okula bile gönderilmemesini ve her anlamda erkeğe tabiyetini: Yürüyemiyor, koşamıyor, yüzemiyor, bale yapamıyor, keman çalamıyor, ressam olsa, heykeltıraş olsa sanatçılığı zaten dinen vacip olana endeksli, bazen zanaatkâr bile olamıyor! Hattat Saime Öncel'in, bence kadına din gerekçeli hakaretin tipik örneği öyküsünü anımsayın. Türkiye'den Almanya'ya camileri İslami ibarelerle donatan Bursalı Saime Öncel, dini bütün bir Müslüman ve tepeden tırnağa tesettürlü olmasına karşın, kutsal yazılara kadın eli değmemesi gerekçesiyle, hat eserlerini 'Saim' diye imzalıyor.
Ama Müslüman kadına yönelik bu asılsız, haksız, eşitsiz ve aşağılayıcı tavrın, tesettürle başladığını bilen, tesettüre kaynak oluşturan İslamiyet'i sorgulayan yalnız benim gibi dinsizler değil, Müslüman kadınlar ve Müslüman erkekler de var. Muhammed Kasimi, onlardan biri.
Cezayir'de Müslüman ve ulema yetiştirmekle tanınan Kasimi El Hasani ailesinin çocuğu olan Muhammed Kasimi, Kuran bilgini bir yazar ve dramaturg. Eserlerinin hepsi, özelinde İslamiyet, genelinde tektanrılı dinler tarihini irdeliyor. Sonuncu tiyatro oyunu, 'Hz.İbrahim'in İtirafları'. Türkiye'de oynanmasını çok isterdim, ama Türkiye'deki İslamiyet demokrat değil, demokratların da sorunun temeline inecek kadar cesur olduklarını sanmıyorum.
İlk iki yazımda, Muhammed Kasimi'nin 'Antik bir hezeyan, tesettür' makalesinden alıntılar yaptım. İslami tesettürün Katolik tarihi konusunda dört dörtlük bir inceleme olan bu makalede, 'Müslüman erkek, küresel krizin hesabını kadına kesiyor, kendisine reva görülenlerin acısını kadından çıkarıyor,' diyor. Doğru. Tüm insanlık tarihinde ve hangi dinden olursa olsun ezilen, yenilen, aşağılanan erkeğin, kadını ezerek, döverek, aşağılayarak rahatladığı zaten bilinen bir gerçek. İslamiyet'in farkı ve kaynaklandığı ilk iki tektanrılı dinde kadının konumu değişmekte olmasına karşı, bırakın modernleşmeyi, kadın üzerinde kurduğu baskıda geçmişten bile daha bağnazlaşması, baskıyı artırıp yayması.
Ve kadının kafasıyla birlikte düşüncesini yasaklayan baskı aracı, elbette ki tesettür. Koşullanmış bir iradeyle tesettürü kabullenip, aşağılanmaktan zevk almak her kurbanın kaderi ve tıpta bir adı var: Mazoşizm. Ama mazoşizme seyirci kalmanın, hatta arka çıkmanın da bir adı var: Sadizm.

 

Bugün 1 ziyaretçi (12 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol